27 Haziran 2013 Perşembe

Nazilli'de Düğün



Belki ben abartıyorum ama düğünleri bu kadar seven bir şehir var mıdır bilmiyorum? Ortalama bir Nazilli insanı bir senede yüzden fazla düğüne gider diyerek şaka yollu bir tespit yaparsam yine de çok abartmış olacağımı sanmıyorum.

Burada insanlar düğünlere hakikaten çok fazla önem veriyorlar. Düğünlere gelmeyen olursa darılmak şöyle dursun, gelmeyen de bulamıyorsunuz zaten. Evlenen çiftin ucu bir yerden size dokunuyorsa eğer o düğüne mutlaka gidersiniz.

Sanki bir zorunlulukmuş gibi oldu düğünlere katılmak. Gerçekten, eğer alışkın değilseniz ilk başlarda istemeyerek gidersiniz. Ancak, bir kere gittiniz mi insanların neden bu kadar sevdiğini anlarsınız. Oralarda insanların birbiriyle olan muhabbetlerine ne kadar önem verdiklerine şahit olursunuz. Kimsenin sanki hiç derdi yok sanırsınız. Herkesin yardımseverliğini, cana yakınlığını bizzat o kalabalığın içinde görürsünüz.

Burada her gece farklı farklı düğünler var. Sayamadığım kadar çok düğün salonu ve hatta düğün salonu yerine geçen sokak aralarına rağmen şimdi araştırırsanız hiçbir salonda kışa kadar boş gün olmadığını görürsünüz. Nazilli insanının tüm ülkeye yayılmasını da göz önüne alırsak bu kadar fazla düğün normal. Şehir belki yüz bin nüfuslu ama düğünler söz konusu olunca bir anda iki milyon nüfus oluyor...



25 Haziran 2013 Salı

Orda Bir Doğa Var Uzakta


Birkaç yıldır popüler olan çiftçilik oyunları hakkında herkes gibi ben de çok atıp tuttum. Oynamadım mı? Oynadım. Çok olmasa da birkaç saat öldürmüşlüğüm var. Ancak, kendimin sanal değil de gerçek bir şekilde çiftçi olduğum aklıma gelince tabii oynamayı bıraktım.

İnsanların içindeki toprak sevgisi ne kadar dışa vurmasa da bu oyunlar sayesinde ortaya çıktı bence. Metropolde bile yaşansa her yağmurla birlikte ortalığa yayılan o nefis toprak kokusuna herkesin bayılması da bunun bir kanıtı.

Peki, bizi doğadan uzaklaştıran sebepleri biz mi büyütüyoruz ya da gerçekten büyükler mi? Toplumu sınıflandıracak şekilde açıklamam gerekirse büyük şehirlerde yaşayan maddi durumu kötü insanlar gerçekten doğaya geri dönmek için ne zamana ne de paraya sahipler. Ancak, bu kesimin içindeki önemli bir kısım da köylü. Bu da demek oluyor ki varolan bağını bahçesini büyük şehir sevdasıyla bırakmış kişiler. J. Depp, "her insan keşke meşhur ve zengin olma ve bunun bir özelliği olmadığını anlasa" keşke demiş bununla ilgili. Ellerindekinin değerini bilmeyenlere sözüm tabii. Mecbur kalanlar kader mağdurlarıdır.

Orta sınıfın ise bazı kesimleri kendi çabalarıyla doğaya dönmeye çalışıyorlar. Biriktirdikleriyle, borçla derken bir şekilde bahçe alıp boş zamanlarında oraya kaçanlar çok. Zengin kesimdeyse iş siyah ve beyaz gibi. Ortası yok. Doğa ile beraber olmak isteyen bunu tam anlamıyla yapmaya çalışıyor, istemeyen de hiç bulaşmıyor. Halbuki onların içinde de bu çiftçilik oyunlarını oynayanlar azımsanmayacak kadar çok durumdalar.

Sonuç olarak insan, topraktan ne kadar uzaklaşsa da ondan kurtulamıyor. Ancak, bu hissiyatın bilincine varıp da birşeyler yapması zaman alabiliyor. Etrafımızda emekli olduktan sonra bu işlere yoğunluk veren insanlar çok fazla sayıda. Ancak, onların da yaptıkları kendileri bu dünyadan göçtükten sonra yarım kalıyor. Bu yüzden, genç ya da yaşlı herkesin içindeki bu doğa sevgisinin farkına varması ve sanal olarak değil de gerçek dünyada birşeyler yapması gerekiyor. Bir ağaç dikmek belki çok klasik bir tabir olacak ama gerçekten çok şeyi değiştiriyor. Döneceğimiz toprak, kendimizi emanet edeceğimiz toprak için biraz çaba göstermek çok zor olmasa gerek. Biliyorum, bu istek hepimizin içinde var.

20 Haziran 2013 Perşembe

Allah Muhabbetimizi Artırsın

Kadınların, özellikle ev hanımlarının toplanması ziyafet ve bol bol muhabbet demektir. Hatta, o toplanmalara küçük bir sempozyum bile diyebiliriz bazen. Güncel konulardan, çocuklarının eğitimlerinden, eşlerinin işlerinden hatta kendi işlerinden, dünyada olan bitenden kısacası her konudan konuşmalar döner orada.

Ziyafet, kadınların birbirlerine hünerlerini sergilemeleridir. O hünerlerin dışında tariflerin alışverişi sayesinde güzel yiyeceklerin her evde yapılması demektir. Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım diye tatlılar, tuzlular yapılır.

Evlerdeki olanlar konuşulur. Çocukların eğitimlerinden söz açılır. Birbirlerine tavsiyelerde bulunulur. Derslerde yardım gerekiyorsa temin edilir. Eğer çocuklar iş sahibiyse işten, değillerse iş aranmasından konuşulur. Herkes birbirine yardım etmek için seferber olur.

Sonuç olarak gözden uzak olan gönülden uzak olduğu için hanımların bu muhabbetlerini Allah artırmasını diliyorum. İnsanların birbirlerinden büyük bir hızla ulaşmaya başladığı yıllarda böyle muhabbeetlerin, toplanmaların daha da artması gerektiğini düşünüyorum. Allah lezzetli sohbetlerinizi daim etsin.


17 Haziran 2013 Pazartesi

İstiklal Savaşı, Kore Savaşı, Kıbrıs Barış Harekatı Fotoğraf Sergisi













Nazilli Lütfi Selek Kültür Merkezi'nde tarihi tekrar görmek 17-20 Haziran tarihlerinde mümkün. Ben bugün gittim, herkesin gitmesini tavsiye ediyorum.

Babalar Ve Çocukları



Resimdeki kişi babam Emin Öztürk. Yanındaki de torunu, yeğenim Mehmet Emin Öztürk. Birlikte bir fotoğrafımızı koymaktansa bu fotoğrafı seçtim. Bunu seçmek geldi içimden.

Dün babalar günüydü, tüm babaların sevgiye ve saygıya layık olduğu her günün dışında farklı bir anlam ifade etmese de güzel bir gün babalar günü. Babalar pek sevmezler aslında bu günü. Genelde hediyeler kendi paralarıyla alınır da ondan. Bu işin şakası tabii ama gerçekten evin reisi olmanın getirdiği sorumlulukla bir öpücük, bir sarılma yeter onlara.

Babam, şimdi yerinde yeller esen, üzüntüyle hatırladığım Sümerbank emeklisi. Çalıştığı zamanlar dün gibi aklımda. Aklımda olan bir diğer şey de haftasonu tatillerinde bakımını hiç eksik etmediği bahçelerimize, tarlalarımıza gidişi. O zamanlar bizimle piknik yapmaya, gezmeye gitmediği için kızardık ona. Bahçe uğraşlarını pek sevmezdik. Diğer çocuklar gibi gezmek, tozmak isterdik. Şimdi düşünüyorum da, çocukluk gerçekten enterasan.

Çünkü, onun uğraşlarının meyvelerini yiyoruz şimdi. Başıboş bıraksaydı eğer elinde olan toprakları şu anda çok üzücü bir şekilde verimsiz bir halde olurlardı. Ancak, şimdi sürekli ürün veren topraklarımız var. Mutlu bir doğa, temiz bir hava için çırpınan babamla gurur duymayayım da ne yapayım.

Babam şimdi Yenice Köyü'nün muhtarlığını yapıyor. Çevre insanları kendisini çok seviyor. Nasıl sevilmesin ki. Kendi ihtiyaçlarını bile bazen unutuyor köy için çalışmaktan. Onu köyden koparamamamız bize sıkıntı değil sevinç veriyor artık. Böyle bir babaya sahip olduğum için çok mutluyum. İyi ki varsın babacığım.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Nazilli Menderes Köprüsünden Eski Bir Kare


Bu fotoğrafı tesadüfen buldum. Çok eski bir fotoğraf ve çok hoşuma gitti. Fotoğraftaki kişinin o zamanlarki gençlik hayallerini, aşklarını, duygularını düşündüm. Nazilli Menderes Köprüsü'nün üstünde fotoğrafı olan ender insanlardan biri olacağını hiç düşünmemiştir muhtemelen. Fotoğrafı çekildiği anda neler düşündüğünü merak ettim. Çok güzel bir fotoğraf kısacası. Bir avrupa şehrinde böyle fotoğraflar sürekli sergilenir, ancak bizim ülkemizde maalesef unutulur gider. Tüm güzelliklerimizi paylaşmamız gerek.

14 Haziran 2013 Cuma

İlkokulum ve İlk öğretmenim



Zaman kimseyi dinlemeden, kimseye aldırmadan o kadar hızlı geçiyor ki. İnsanların, onun değerini anlamasına bile izin vermiyor. Burası ilköğretim okulum Fatih İlköğretim Okulu. Yeni sistemle birlikte İlkokul olmuş olabilir, bilmiyorum. Evimizin hemen aşağısındaki bu şirin okulda geçirdiğim yıllar dün önünden geçerken tekrar aklıma geldi. Aslında, ne zaman hayaller kursam, geçmişe dönsem hep düşünürüm o yılları, hiç aklımdan çıkmazlar.

Çok klasik bir cümle olacak ama o zamanlarla bu zamanlar arasında çok fark var. Okulun önünden geçerken bile fark ediyorsunuz bunu. Mimarisinden bahsetmiyorum, gerçi mimarisi de değişti ama okul ve öğrenci hayatı açısından büyük yaralar açmış zaman, ondan bahsetmek istiyorum.

Sınıf öğretmenliği kavramı ülkemizde çok hassas bir nokta olmuştur. Kendi sınıf öğretmenimi anmak istiyorum burada. Hülya Oktay, beni beş sene boyunca okutan hocamdı. Disiplinli, idealistliği, eğitimciliği ile dört dörtlük bir kadındı. Hala düşündükçe kendisini ne kadar sevmiş olduğumu, kalbimde büyük bir özlemle hissediyorum.

Daha yedi yaşındaki çocuklar ile yani bizle uğraşmaya başladığı günden bizi orta okula gönderdiği güne kadar ince ince işledi bizi. Eğitim açısından kusursuzdu, ancak bu onun için yeterli değildi. Bir sınıf öğretmeninin hayatı da öğretmesi gerektiğini düşünürdü. Çocuklar, onun öğrencileri değildi. Onun hayatıydı. Belki de kendi çocuklarına bile vermediği değeri öğrencilerine verirdi.

Kusursuz eğitimin sadece ders anlatmak olmadığını düşünen komple bir kadındı. Verdiği öğütleri, uyarıları hala hatırlıyorsam bu yüzdendir. Okul kantinine savaş açmıştı gibi bir cümle kurmak belki ağır bir sözcük olacak ama  gerçekten de öyleydi. En iyi beslenmenin özenle hazırlanmış ev yemekleri olduğuna inanırdı. Kantinin önünde görüldüğümüzde büyük bir suç işlemişiz gibi olurduk. Tabii su almıyorsak. Bir keresinde okul çıkışında elimizde cips ile yakalanmamız çok büyük azar yememize neden olmuştu. Şekerli sakızlardan, yapay gıdalardan, temizliğinden ve yararından şüphe duyduğu her ürüne nefret beslerdi.

Öğretmenliği tamamen bir sanat haline getirmişti. Bunda, velilerin de kendisine verdiği desteğin büyük rolü vardı. Belki de şimdi çocukların bu kadar başıboş olmasında velilerin öğretmenlerin işlerine karışmasının etkisi vardır, bilemiyorum. Çocukları seviyoruz diye onların geleceklerine yön verecek öğretmenlere karışmak ne kadar doğru olabilir? Ben bile seneler sonra farkında olmadan sağlıksız beslendiğimde öğretmenim aklıma geliyorsa, suçluluk hissediyorsam öğretmenlerin öğrenci üzerindeki yapıcılığını tartışmak büyük bir hata.

Çocukların üzerinde titrediğini sanarak onlara zarar veren veliler de çok değil birkaç sene önce öğrenciydiler. Belki de onların öğretmenleri benim öğretmenim kadar iyi değildi, belki de onlar benim kadar şanslı değildiler. Bu durumda sürekli kötüye giden bu düzende herkesin hatası var. Velilere suçu yüklemek kolaya kaçmak olur bence. Eğitimcilerin de sadece suçlu olarak görülmesi zaten hata. Bu durumu da her durum gibi işin köküne inmeden çözmeye çalışmak, olayları daha kötüye götürmekten başka bir işe yaramaz.

Hülya Hocam gibi bir hocaya herkes sahip olamıyorsa kötüye giden eğitimdir, velidir, öğrencidir. Yani sıralamasıyla böyledir. Çocuklar günden güne şişmanlıyorsa, daha küçük yaştayken hareket etmekten yoksun kalıyorsa bunu herkesin elini taşın altına koyması ile çözebiliriz. Çocuklarımıza, ileride veli olacaklarında hatırlayacaklar bilgiler verecek öğretmenleri yetiştirmeliyiz, olanları korumalıyız. Hülya Hocam gibi öğretmenleri gerekiyorsa bu işin önemli noktalarında söz sahibi yapmalıyız. Benim şansım olmamalı onun öğrencisi olmam, herkesin hakkı olmalı.

13 Haziran 2013 Perşembe

Pazarlarımızdan Sevgilerle...

 İnsanlar, avcılık yaparak yaşamayı bırakıp yerleşik hayata geçtikten ve toprağı ekip biçmeye başladıktan sonra dünya çok değişti. Toprağın verimi sayesinde kendilerini daha güvende hissettiler. Beslenmelerine özen gösterdiler ve daha sağlıklı yaşadılar. Bu hayat tarzı üretilmeye devam eden ürünlerin tüketilemeyenleri ne yapacakları sorununu getirdi. İşte tarımı keşfeden insanlar tarım sayesinde para kazanmayı da böyle keşfettiler.                                              

                                                 
Nazilli pazarlarında da binlerce yıldır devam eden gelenek sürüyor. Hemşerilerim, toprak kokan köylüler kendi yiceklerinden artan ürünlerini pazarlarda sergiliyor. Yüzlerinden okunan saflık onların ürünlerine daha fazla lezzet katıyor.



Her biri küçük küçük tezgahlar açıyor. Hepsine yetecek kadar yer var ki zaten çok fazlasında gözleri de yok. O tezgahları özenle hazırlıyorlar. Ürünlerinden de o kadar eminler ki hiç pazar çığırtkanlığı yapmıyorlar.



Zaten hepsinin mutlaka devamlı müşterileri oluyor. "Bugün ne var Ayşe abla?", "E daha geçen hafta yarı fiyatına satmıyo muydun sen bunu Döndü teyze?" lafları sürekli duyuluyor. Orada sadece bir alışveriş yok, aynı zamanda insanların kilometrelerce uzaklıktaki bağları da var.



Samimiyetlerini suistimal ettiğim düşünülebilir. Ben sadece onların temizliğini, dürüstlüğünü elimden geldiğince herkese ulaştırmaya çabalıyorum. Buna herkesin hakkı var. İmkanı olana da gelip bu sahneleri görmelerini tavsiye ediyorum. Tüm Ege'nin bu tertemiz insanlarını görmelerini, tanımalarını istiyorum. Biliyorum, çok zor. Hatta herkesin böyle imkanının olması bu samimiyeti, bu doğallığı bozar diye de korkuyorum. Fakat tek bildiğim şey bu insanlar kendi sofralarına koymadıkları ürünleri asla satmıyorlar.



Hikayem

Türkiye her yeriyle çok güzel bir ülke. Hepsini gezmiş gibi konuştum ama gitmediğim yerlerin de muhteşem olduğuna eminim. Karadeniz, Akdeniz, Doğu Anadolu ve diğer tüm yerler birbiriyle yarışır güzellik konusunda. Umarım tüm bu güzellikleri birgün görürüm.
Ben doğma büyüme Ege’li bir kadınım. Ege benim her gözeneğime işlemiş durumda. Eğitim için Ege’yi bırakmak zorunda kaldığım zaman yaşadığım üzüntüyü dün gibi hatırlıyorum. Sanki başka bir dünyaya gidecek gibiydim. İstanbul beni korkutuyordu ama eğitimimi de tamamlamam gerekliydi.
Hayat o zaman bana çoktan seçmeli bir soru gibi yaklaşmıştı ama ben de hiç tereddüt etmeden kararımı vermiştim. Çünkü ne istediğimi biliyordum. İstanbul, birçok insan gibi beni de korkutsa da kararımdan vazgeçmedim.
Yazımın devamında İstanbul’dan şikayet edeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ben bir İstanbul hayranıyım. Orada geçirdiğim seneler boyunca bir kere bile pişmanlık duymadım. Çünkü ben kendimin farkındaydım, neler yapmam gerektiğini biliyordum. İstanbul belki çok kalabalıktı, kirliydi, suçluydu, kabaydı ama her yer de biraz öyle değil mi? Bunlar için kaçmak demek demek dünyada yaşamamak demekti. Ben de yolumu ona göre çizdim. Eğitimimi tamamladım ve çalışma hayatına atıldım.
Ege’yi hiç özlemedim mi? Ne demek, her saniye burnumda tüttü. İdeallerim ile avutuyordum kendimi. Bir kalbime iki tane aşk sığdırmıştım. İstanbul ve Ege. Bir kadın aklına bir şey koyduğu zaman yapar derler ya, işte ben yaptım. İki aşkı aynı anda yaşadım. Çalıştım, çabaladım ve ideallerime kavuştum. Başarılı bir iş hayatım vardı, öğrencilerim beni çok seviyordu. Çok mutluydum. İdeallerimi gerçekleştirmiştim.
İstanbul’da kendimi tanımamın ve biraz da uğraşmamın sonucunda doğal beslendim, sağlıklı yaşadım. Herkesin bunu yapması tabii çok zor. Çünkü o hengamenin arasında sağlıklı yaşamak için uğraşmak, ayağının dibindeki marketlere değil de özenle arayıp pazarlarda güzel besinleri bulmak, öğünlerini düzgün bir biçimde almak gerçekten de büyük bir enerji istiyor. Çoğu insan için zaman o kadar az ki bunları yapamıyor. Gördüğüm kadarıyla bu büyük şehirlerin en büyük sıkıntısı. İnsanları kolaya davet ediyor. Bunun için kimseyi suçlamıyorum, hayatın getirdiği bir durum maalesef bu.
Nazilli’de tarımcı olmamız, istanbul’da ofis açmamızdan sonra orada bulunmam insanlara bu doğal besinleri ulaştırma hevesimin doğmasına neden oldu. Etrafımdaki arkadaşlarıma değil herkese Nazilli pazarlarındaki ürünleri ulaştırmak istedim. İstanbul’daki ideallerime ulaşmıştım. Yıllarca gördüğüm ve analiz ettiğim sağlıksız yaşamlara bir son verme isteği doğmuştu artık içimde. İnsanların sağlıklı bir hayat için sahip olmadıkları zamanı harcayamayacaklarını bildiğim için kendim onlara bu fırsatı vermek istedim.
Sonuç olarak işlerin merkezi Nazilli’ye döndüm. İşleri yoluna koymak için uğraşmaya başladım. Herkes için bir ürün, her damak için bir tat olması için zaman harcadım. Sonunda büyük bir ürün yelpazesiyle insanların karşısına çıktım.

Bir kadın olarak bu süreçte zorlanmadım mı? Hem de çok zorlandım. Ancak dediğim gibi; bir kadın aklına bir şey koyarsa, mutlaka yapar.






12 Haziran 2013 Çarşamba

Limon Reçeli Yaptık


Limon kabuklarını doğradık.




Kabuklar rondodan geçtikten sonra tencereye atıldı.



 İki tane limonu ince ince doğradık.


Acısı geçsin diye iki defa onar dakika kaynattık.

Çok lezzetli bir reçel oldu. Yaparken eğlenmek bir yana ortaya çıkan ürünün güzelliği de büyük bir haz verdi. Çok zor değil yapımı. Başlarken herşey zor gelir ama başlamak bitirmenin yarısıdır. Farklı bir tat için limon reçelini tavsiye ederim.

11 Haziran 2013 Salı

Nazilli'yi Hiç Duydunuz Mu?


Alabora ve Mi Minör

İstanbul’da Gezi Parkı eylemleri ile başlayan ve yurda yayılan hareket hakkında çoğu insan gibi hala kimsenin daha çok canının yanmaması için dua ediyoruz. Yaralanan göstericiler, polisler hepsi bizim canımız.  Olayların güzel bir şekilde sonlanması en büyük dileğimiz.
Olayların güzel bir şekilde sonlanması için de herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Her bireye sorumluluklar düşmekte. Sorumluluğunu yerine getiren, elini taşın altına koyan vatandaşlarımız var. Herbirinden Allah razı olsun.
Ancak olaylara yaklaşma tarzı açısından bazı yanlışlıklar da yok değil. Mesela Mehmet Ali Alabora’ya yapılanlar ya da yapılmak istenenler. Kendisinin “Mi Minor” oyunu sebebiyle hedef alındığını öğrendim. O oyunda insanları tahrik ve isyana teşvik algılamışlar. Belki vardır belki de yoktur. Ancak, bir oyun yüzünden bir insanı hele de bir sanatçıyı hedef göstermek bence yanlış.
Mehmet Ali Alabora şimdiye kadar muhalif kişiliğiyle öne çıkmış sanatçıların arasında da olmayan bir sanatçımız halbuki. Kendisi sadece oyuncular sendikasının kurulmasında aktif rol oynadı. Bunun dışında Müjdat Gezen gibi, Tarık Akan gibi sanatçılarımıza benzer bir duruşu da olmadı. Aksine ülkenin televizyonlarında gösterilen birçok reklamda, banka reklamlarında oynadı. Kendisine gelene kadar daha muhalif sanatçıların olduğu apaçık.

Burada yazılanlardan ötürü muhalif ya da destekçi bir fikrimin olduğu anlaşılabilir ama yok. Ben sadece sanatçıların böyle hedef gösterilmesinden korkuyorum. Umarım Sayın Alabora’nın bahsettiği şekilde “can güvenliğinin olmaması” durumu sona erer. Sanatçılarımızı korumalıyız. Bu en büyük görevlerimizden birisi.

03.06.2013 Nazilli Halk Eğitim Merkezi El Sanatları Sergisi












Fotoğraflar için Ceyda Toksöz'e teşekkür ederiz.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Öksüz

Nazilli'ye bir kere gelen donemiyor diyoruz ya, iste orada abarti yapmadigimizin bir kaniti Oksuz. Bilirsiniz, leylekler icgudusel olarak gocerler ya da yasamak icin gocmek zorundadirlar. Bu yazida size icgudulerine karsi koyan bir leylekten yani Oksuz'den bahsedecegim.

Nazilli'nin Camlidere koyu leyleklerin ugrak yerlerinden sadece birisidir. Leylekler her yil bu yemyesil koye konaklamaya gelirler. Hayatlarinin ger kalan kismini bir sureligine unutup bir Egeli gibi Egelilerle beraber yasarlar.
İste yillar once Oksuz de icgudusunun yani dogasinin geregi gocerek, uzun yollar katederek buraya gelmis. Hayatinin geri kalanini gecireceginden habersiz bir sekilde yuvasini yapmis. Koyluler tum leylekleri nasil bagirlarina basmislarsa onu da ayni samimiyetle bagirlarina basmislar. Ancak Oksuz, digerleri gibi kendisini kucaklayan bu dogayi ve insanlari birakip gitmemis.

Doganin kanunlari deriz ya ne zaman aciklayamadigimiz olaylar karsimiza gelse, iste Oksuz tek basina o kanunlara karsi gelmis. Hayatini nasil devam ettirecegine kendisi karar vermis ve konar gocer hayattan yerlesik hayata gecmis. Simdi koyun iki kahvesinin arasinda kendisini kucaklayan bu insanlarla ve dogayla surekli hareket halinde hayatini surduruyor. Kendisi coktandir o koyun bir ferdi durumunda ve yeni bir ailesi var. Cogu insanin hayali olan dogaya kacma istegini o coktan gerceklestirmis durumda.

4 Haziran 2013 Salı

Meyve Bile Zararlı Olabiliyor

Geliştirdiği "Karatay Diyeti" ile tanınan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, tüketim zamanı ve miktarının meyveleri sağlıksız hale getirebildiğini ifade ederek, "Meyvelerin şekeri ve her türlü şeker, tatlı zehirlerdir. Hiçbir zaman aşırı şekilde, özellikle akşamları geç vakitlerde tüketilmemelidir" dedi. Karatay, ayrıca öğle yemeği yerine de kuruyemiş önerdi.

Karatay, meyve tüketiminin bilinçli olması gerektiğini söyledi. Meyve şekerinin, bebeklerde dahi karaciğerin yağlanmasının başlıca nedenlerinden biri olduğunu anlatan Karatay, sağlık sorunu olanların meyvelerdeki fruktoz miktarına dikkat etmesi gerektiğini belirtti.

SABAH BİR MUZ YENEBİLİR

Yaz mevsiminde bolca tüketilen kavun ve karpuzda fruktozun yüksek olduğuna dikkati çeken Prof.Dr. Karatay, şöyle devam etti:
"Meyvelerin tüketim miktarları, zamanları ve şekilleri, onları vücudumuz için sağlıklı veya sağlıksız hale getirebilir. Meyvelerin şekeri ve her türlü şeker, tatlı zehirlerdir. Hiçbir zaman aşırı şekilde, özellikle akşamları geç vakitlerde tüketilmemelidir. Örneğin gün boyunca başka tatlı ve şekerli yiyecek yememek koşuluyla sonbahar ve kış aylarında sabah kahvaltısında yenecek bir yerli muz, glisemik indeksi yüksek olmasına rağmen verdiği enerji gün içinde yakılabileceği için sağlıklıdır. Ancak aynı muz akşam yemeğinden sonra tüketilirse ve ardından yatılırsa yağ olarak depolanacağı için sağlıksızdır."

"ÖĞLEN YEMEĞİ YERİNE KURU YEMİŞ"

Meyvelerin lifleriyle tüketilmesi önerisinde bulunan Karatay, şu bilgileri verdi:
"Öğlen yemeği yerine ceviz içi, badem, fındık, fıstık gibi kuru yemişlerle birlikte mevsiminde tüketilecek bir adet portakal veya iki adet mandalina, lifiyle yendiğinde vücut için sağlıklıdır. Ancak 2-3 portakal veya 4-5 mandalina sıkılıp suyu içildiğinde glisemik yükü arttığı ve liflerinden arındırılıdığı için hızla kana karışıp kan şekerini ve insülini aniden yükseltir. İki üç saat sonra da aniden düşmesine sebep olur, işte bu durum sağlıksızdır."